İlk defa
Çantama PEOM* broşürlerini attım ve Aya Sofya
camisi yakınında bulunan Aleksandros hanına doğru
yürüdüm. Handa, her gün yaptığım gibi, otobüse binip,
köyüme Dikomo’ya gidecektim. Faal üyesi olduğum
örgütün broşürlerini civar köylerin okullarına, eğitim
amaçlı kulüplere ve evlere dağıtırdık.
Hana giderken Türk mahallesinden geçmeyi
düşündüm. Türklerin kaldığı mahallelerde İngiliz
askerlerinin barikat kurup arama yapmaları nadir rastlanan
bir olaydı. Türk Lisesine yaklaşınca acaba hangi sokaktan
geçip gitmemin daha güvenli olduğunu düşünerek, önüme
baktım. En kısa yoldan yürümeye karar verdim. Enosis
sloganı nedeniyle Türk mahallelerinde de olaylar
başlamıştı. Beş, on adım ilerleyince önümde kolları sıvalı
iki gencin bana doğru yürüdüğünü gördüm. Korkuya
kapıldım. Bana bakışlarında bir tuhaflık vardı. Beni
yakalayıp çantamdaki broşürleri görebilirlerdi. Gerçi,
broşürlerde Türklerle dostluktan ve ortak mücadelelerden
söz ediliyordu... Ancak, yasadışı bir iş yapıyordum.
Özellikle bir süre önce Gönyeli katliamını planlayan
İngilizlere karşı bir eylemdi. Bazı Türklere karşı olduğu
şeklinde de algılanabilirdi. Geriye dönecek olsaydım daha
vahim bir duruma neden olabilirdim. Bu nedenle hasta
numarası yapmayı ve biraz daha ötedeki Sendika
Hastahanesini ziyaret etmişim gibi bir kurnazlık
düşündüm.
Bana yaklaştılar. Biri önümde, diğeri arkamda
durdu.
“Saat kaç?” diye sordular.
Sorduklarını anlamıştım. Ancak cevabını
verebilecek kadar Türkçe bilmiyordum. Saatin kaç
olduğunu söyleyebilseydim yürüyüp gideceklerdi
herhalde. Sorduklarını anlamış gibi yaptım. Elimdeki saati
gösterdim ve Rumca ikiye on var dedim. O an, oraya
sadece beş dakika daha sonra gelmiş olsaydım, ne kadar
şanslı olmuş olacağını düşündüm. Kendilerine kesin bir
dille “iki” deyip, vartayı atlatacaktım.
Kendi aralarında bir şeyler fısıldadılar.
Konuştuklarından sadece “hayır” sözcüğünü fark ettim.
Cesaret alarak hasta numarasını sürdürdüm ve elimi
boğazıma götürerek, boğazımın yandığını anlatmaya
çalıştım. Aleksandros hanına gitmek istediğimi söyledim.
Daha ötede fasaria (kargaşa) var mı diye sordum. “Fasaria
varsa” kendileriyle birlikte yürüyüp, güvenlerini
kazanmayı düşündüm.
Liseyi bitirmiş, ergin bir genç idim. PEOM’daki
faaliyetlerimiz sırasında da, Kıbrıslı Türklerin
düşmanlığını kışkırtmasaydık düşmanımız
olmayacaklardı. Bunu öğrenmiştim. Liderlerinden bazıları
başka yollara çekiyordu onları. İngilizlerin teşviki ile tabii
ki. Taksim de kılıfından böyle çıkarılmıştı. Sokaklar, “ya
taksim ya ölüm” sloganıyla doldurulmuştu.
Benim yaşlarımda veya benden birkaç yaş daha
büyük görünen iki genç ‘fasaria’ olmadığını söylediler.
“Fasaria yoktur” dediler. Ancak söyledikleri doğru
muydu? Nitekim sokakta ilerlerken az öteden sesler
geliyordu. Sokağın karşı ucunda büyük bir kargaşanın
olduğunu fark ettim. Geriye dönmeyi ve koşup kaçmayı
düşündüm. Ancak karşıdaki iki gencin durup, sanki beni
beklediğini gördüm. Yan tarafta Türk Lisesine doğru
giden sokağa girdim. Ansızın kendimi büyük bir
kargaşanın karşısında buldum. Elinde süpürge sopası
tutan biri tehdit edercesine bana doğru geldi. Bana Türkçe
bir şeyler sordu. Rumca anlamadığımı söyledim. Hemen
süpürge sopasını kaldırdı ve sırtıma bir tane indirdi. Bana
acıması için hasta olduğum masalını tekrarlamaya
çalışırken, kulağıma sert bir tokat attı. Kulaklarım çınladı.
O an çok sayıda öfkeli bakışı üstümde hissettim. Beni bir
anda paramparça edecekleri korkusuna kapıldım. Yediğim
tokat nedeniyle de böyle bir hisse kapılmış olabilirdim. O
an bisikletine binili olan biri yanıma yaklaştı. Elinde
süpürge sopası olana öfke ile bir şeyler söyledi.
Birbirlerine bağırarak sövüştüler. Türkçe sövgüleri
kurallara aykırı fiiller gibi ezbere biliyordum. Herkesin
bildiği gibi yani. Asırlarca beraber yaşamış olmamıza
rağmen onlardan sadece sövgülerini öğrendik, başka hiçbir
şey öğrenemedik.
Bisikletli hemen beni gömleğimin yakasından
yakaladı ve kargaşadan dışarıya çekerek “hade be, çabuk
çabuk” dedi. Eli yakamda iken bunu başka dillerde de
tekrarladı. O bisikletinin üzerinde ben yanında koşarak,
kargaşadan uzaklaşıp sakin bir sokağa girince gülümsedi
ve “hade yalla” çek git diyerek, yolu gösterdi.
Ben cesaret alarak adını sordum: “Başka defa”
dedi. Kendi dilinde, “teşekkür ederim” dedim ve oradan
koşa koşa uzaklaştım. Sokağın ucuna yaklaşınca
üzüldüğümü hissettim. Beni bir badireden kurtaran adamın
adını bile öğrenememiştim. Ancak yüz hatlarını, anlamlı
bakışını ve kahverengi gözlerini, düz siyah saçlarını,
kemerli burnunu ve bana son anda “hade yalla” deyip
gülümserken aklımda kalan kalın dudaklarını unutamadım.
Bir başka defa
Beş yıl sonra, ’63, ’64 yıllarında idi. ‘Türk
isyanı’nın (!) başladığı yıllar. Öyle diyorduk, ‘Türk isyanı’
diyorduk o zaman. Türk mevzilerini gözetlemek için beni
de görevlendirmişlerdi. Komutanlarımız genellikle bu iş
için görevlendirilmiş Kıbrıs Ordusu subayları idi. Ancak
başkaları da vardı. Başıbozuk olanlar. Hiçbir makamca
görevlendirilmeyen kendi başlarına buyruk olanlar.
Nerede ararsan orada bulunanlar. Başka enayilikler de
yapmıştık. Sonra anlatırım. Fakat neyse, şimdi anlatayım
ki kaç paralık olduğumuzu anlayasın. Bilirsin, balık tüfeği
ile balık avlamaya giderdim o zaman, Girne taraflarında.
“Biz de gelelim seninle” dediler. Ne yapabilirdim. Gelme
diyemezdim. Ellerinde silâh vardı. Serseri idiler. Üstü
örtülü bir askeri Land Rover ile gitmiştik. Vasilya’dan
Livera’ya kadar iz bırakarak gidip geldik bütün kıyı
boyunca. On, on beş mil. Yepyeni lastikler taşlı yolda
parçalanmıştı. İki kasa dolusu el bombasını balık tutmak
için denize atmışlardı. Bizi kayığı ile götüren Rahmetli
Kaskai, “boşuna atıyorsunuz” derdi onlara. “Dinamitin
derin sularda, balığın olduğu yerlerde patlaması için taşla
bağlanması lâzım. Boşuna atıyorsunuz diyorum. Boşuna!”
Dinleyen kim Allah aşkına!
Bir gün Hilidis benzinci durağında idik (Mağusa
kapısı yanında). Barikatta, hep birlikte. Leymosun ve
Larnaka’ya giden Lozan otobüslerinde arama yapacaktık.
Silâh bulmak için. Denize el bombalarını atan o tek
yıldızlı, o gün barikatın sorumlusu idi. Daha sonra ardı
sıra diğerleri de geldi. Generaller de dâhil. Düşünebilir
misin? Kaçak avcı pezevenkler makam silâhları ile tavşan
öldürürlerdi, Atalassa* parkında. Büyük bir olay oldu.
Gazeteler de yazdı. Cahil, merhametsiz caniler. O
günlerde bunlardan biri, genç bir Türk kızını, tabancası ile
yolun ortasında indirdi, kız on beş yaşlarında ya var ya
yoktu. Yaşadığımız ülke hepimizi sığmayacak kadar, o
kadar mı küçüktü? Rum, Türk? Yaptığımız aptallıklar için
saçımızı başımızı yolmamız gerek!
Otobüsü altüst ettiler. İnsanların ceplerinden
paralarını aldılar. Deste deste beş liralıklar.
“Sen de gel araştırmaya. Para topla, malaga!” “Malaga”
(enayi) sözcüğü bize daha sonra geldi. Bunu bize
Grivas’ın, Papandreu’nun gönderdiği ‘kalamaralar’
getirdi.
Onlara, sizin de maaşınız var, çapulculuk
onurunuza yakışmaz demek istercesine “Paraya ihtiyacım
yok, ben çalışıyorum” diyordum. Bir gün bu
yaptıklarımızın karşılığını ödeyeceğimizi biliyordum.
Akla yakındı. Haksız para kutsal kılınamaz. Genel
Hastanede personel amiri idim. Türk meslektaşlarımız,
kadın erkek hasta bakıcılarımız vardı. Beraber
çalışıyorduk. Dost idik. Geçenlerde az kalsın hepsini top
yekün rahmetlik edeceklerdi. Kimi vatanseverler onları
aşağıya, avluda kapalı bir yere götürdüler. Hepsini birlikte
temizleyeceklerdi. Bir önceki gün Mehmet Durmuş
Sokağında, Tabakhane mahallesinde, iki Rum’un
öldürülmesine karşılık öç almak içinmiş! İyi ki birileri
doktorlara erken haber verdi. Ertesi gün ortadan toz
oldular. Çekilip gittiler. Çalışma arkadaşlarımızı bir daha
görmedik.
Otobüste sekiz-on kadar Kıbrıslı Türk vardı. Çoğu yaşlı,
iki de bebek, genç güzel bir de kadın. Aman allahım,
kadehe koy iç. Onları otobüsten aşağıya indirdiler.
“Götürelim sikelim ” dedi teğmen, “senin
apartmandaki dairede!”
Biraz daha yukarıda, Bayraktar camisinin
karşısında Aleksandros Dimitriu apartmanında bir daire
kiralamıştım. Bütünüyle eşyalı. Benden anahtarı
istiyorlardı.
Çılgına döndüm. Tepem attı. “Oraya götürüp de ne
yapacaksınız” diye sordum.
İşlerini bitirip ortadan kaldıracaklarmış!
“Kız kardeşleriniz olsalardı?” diyerek, onları
caydıracak, şoke edecek bir şeyler söylemeye çalıştım.
Gülüp geçtiler. Irgalamadılar. Kendilerinin böylesi bir
duruma düşme ihtimali olmadığını söylediler. Polise
gideceğimi söyledim. Ancak korkuyordum. Ödüm
kopuyordu. Ellerinde silâh vardı. Otomobilimi daha ötede,
Mağusa kapısındaki Mitsidis un değirmeni yakınında
bırakmıştım. Arkamı surlardaki dikenli tele sürte sürte,
gözlerinden kayboluncaya dek geri geri gitmeye başladım.
İşlerini bozdum diye öfkeleri burunlarına gelmişken,
silâhlarıyla beni taramasınlar diye. Arkamdan kurşun
sıkmadılar.
Daha sonra bazı gerekçeler öne sürerek bir daha
oralara ayak basmadım. O günlerde bazı “Grupların”
Cumhuriyet’i savunmadığını, aslında kuyusunu kazdığını
anladım...
Bir öğle üzeri apartmandan çıkıp Stasinu
Caddesi’nde yürürken, önümden bisikletli biri geçti. Bana
selâm verdi. Yorgun argın, garip bir hali vardı. Hiç
unutamıyorum, bisikletinin dümeni paslı idi. O zaman
Metaksas, şimdi Elefteria denilen alan yakınındaki
Postane karşısında bulunan lokantada yemeğe gidiyordum.
Ben yürürken bisikletli önümden hızla geçerek kayboldu.
Daha ötedeki Ohi* Meydanından bağırıp çağırmalar
işitiyordum. “Öldürelim bu adi köpeği!” Biraz önce beni
selâmlayan adam korkudan çılgına dönmüş bir halde, bana
doğru geliyordu. Her halükârda oralarda tek tanıdığı
bendim. Yarım ağızla da olsa bir merhabamız olduğundan.
“Yakalayın onu” diye sesler işittim. Bisikletli “be
çocuklar, neredeyim ben” diyerek, bisikletini
sürüklercesine bana doğru geliyordu. Kendini kaybetmiş
durumdaydı. Her halde bizlerin yanında çalışan biri idi.
Kuşkulu günlerdi. İki serseri, köşkün yanında bağırıp
çağırmaya devam ediyordu.
“Ne bağırıp çağırıyorsunuz? Tanıyor musunuz bu
adamı? Birilerini mi öldürdüğünü, bir kötülük yaptığını mı
gördünüz?” diyecek oldum.
“Puşt ihanetçi” diye bağırdı bana köşk önünde
duranlardan biri. “Türk’tür, görmüyor musun?”
“Eee... Türkse ne yani!”
Türk, bana kurtarıcısı gibi bakıyordu. Ben, etrafa
başkalarının da toplanması için vakit kazanmayı
düşünerek, tekrar sordum. “Onu tanıyan var mı?
Söyleyiniz! Bu adam, size bir kötülük mü yaptı?”
Karşıda Doktor’un* Apartmanı görünüyordu.
Doktor tüm yaşamı boyunca herkes tarafından tanınıyor ve
apartmanı da “Doktorun Apartmanı” olarak biliniyordu.
Oradan, üst kattan birilerinin sesi işitildi. Daha sonra
aşağıya indi ve bize yaklaştı:
“Beni Doktor gönderdi. Bırakın bu adamı ‘o tarafa’
geçirelim” dedi.
“O taraf” dediği Türk Mahallesi idi.
Ayaktakımı birdenbire sabun köpükleri gibi sönüp
yatıştılar.
İki bisikletli Trikupis Sokağı inişinden, Eski
Belediye binasına ve Yeşil Hata doğru yöneldiler.
*PEOM: öğrenciler örgütü
*Atalassa Ormanı- avlanmaya yasak bölge.
*Ohi – Bayraktar Camisi yakınındaki alan.
*Doktor- Tanınmış ve etkin bir siyaset adamı.
Çeviri: İbrahim Aziz, Mehmet Kansu
Δεν υπάρχουν σχόλια:
Δημοσίευση σχολίου