Κυριακή 2 Ιανουαρίου 2011

Sen , Ben ve Allah

Mustafa Ali’ye...

Lütfi, çarpıkayaklı, elimden tuttu ve beni yan taraftaki ofise, bir kenara çekti. O saatte içerde kimse yoktu. Bana beş yüz lira verdi. Kahverengi bir zarf içinde yüz parça beş liralık.
“Ama delimisin, Mehmet, bu kadar parayı nerden buldun?”
“Ödünç, bana geri verecen. Kızkardeşinin evini yapıyorsun.zordasın herhalde. Ancak kimseye hiçbir şey söyleme!”
“Gel, hiç olmazsa sana bir kâğıt yapayım” dedim ve onu ofisime doğru çektim.
“Şşşşt! Kimse duymasın. Celal da. Rastgele annemi de görürsen o da duymasın. Sen, ben bir de Allah bilecek!”
Lütfi Mehmet üç yıl önce işe alınmıştı. Kontrol Kulesinde işi öğrenmek için onu yanımıza göndermişlerdi. O gün beraberimde büyük bir sandviç götürmüştüm, öğle için. Payedelim dedim. İlk gündü, çekingen davrandı.
“Kotopulo” dedim ve dinsel inançlarını düşünerek, hemen Türkçe ekledim, “tauk”.
“Ma, şiro da yerim re mastro!” diyerek, dini konularda hoşgörülü olduğunu ima etmek için domuz eti de yediğini anlatmaya çalıştı.
“Bana mastro deme, öyle, sadece Kosti de”.
Daha sonra arkadaş olduk. Balık avlamaya gittiğimde oltasını alır, benimle gelirdi. Oltayı suya atardık, yirmi kulaç. Bazan Larnaka’ya giderdik, balıkları annem kavırırdı. Başka defalar doğru Gönyeli’ye, annesi pişirirdi. Mahalle balık kokar, etrafa kediler toplanırdı. Onbir tane. Bir keresinde on bir kasa doldurduk. Çoğu “zargana” idi. Yyılanlar gibi uzun. Onları ne yapacağımızı bilemedik. Girne kapısı yanındaki buz fabrikasına vermeyi düşündük.
“Buz yarına kadar erir, mastro!”
Bazan unutur, yine “mastro” derdi.
Sonra ansızın aklına başka bir fikir geldi. Boğaz’da Kristal restoran vardı. Sahibi amcasıymış. Arkadaşlarla oraya gidelim dedi. Öyle yaptık. Dört arkadaş oraya gittik. Bizimle birlikte üç de kadın geldi. Biri Türk. Arkadaşıydı belli ki... Her neyse, birbirlerine tatlı tatlı bakıyorlardı.
Artan balık müşterilere servis edildi. Biz bedava yedik, içtik. Sabaha kadar. “Sabaha kadar” sözünü Mehmet söylemişti. Rumcayı sadece konuşmuyordu, yazması da mükemmeldi. Gramofonda Rumca şarkılar çalıyordu. Yedik, içtik, eğlendik. Daha içerilerdeki bir masada, bir barea ile birlikte Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Muavini Doktor Fazıl Küçük oturuyordu. Balık yemeye gelmişti. Kendisine “taze zargana” dediler. Bir an kalktı ve yanımıza geldi.
“Balığın ustaları kim” diye sordu.
Ben ve Lütfi Mehmet hindi gibi kabardık.
“Bravo” dedi. “Bir şişe viski benden! Ve her zaman böyle, muhabbetli!”
* *
63’ te kızkardeşimi evlendirecektik, en küçüğümüzü. Diğer iki kızkardeş İngiltere’deydi. Şanslı çıkmışlardı. İki kardeş de Amerika’da. Birinin Florida’da, deniz kenarında restoranı vardı. Diğeri sanayidekonfeksiyon işi yapardı. Hay klas kadın giysileri.
Cehiz anlaşması için dünürle damat ve kardeşlerinden biri evimize geldiler. Damat yan tarafa oturdu, put gibi. Onun adına diğer ikisi pazarlık yapıyordu. Kızkardeşimden yaklaşık yirmi yaş büyüktü. Kızkardeşim on yedisindeydi, put otuz beşinde.
“Kardeşim, canım, ne körsün ne topal, alma bu adamı!” diye fısıldamaya çalıştım fırsat bulunca. “Kardeşlerimiz seni Amerika’da bekliyor, daha iyi kısmetin olur...”
Misafirler meğer mal varlığımızı bizden daha iyi biliyorlardı. Neredeyse unuttuğumuz bir tarlamız da vardı, cehiz için onu da istediler. Bir şartları daha vardı. Damat için arsayı da satın almamızı istiyorlardı. Köyün girişinde, yol üstünde damadın babasının bir tarlası vardı. Tapuya gittik ve tarlayı kızkardeşimin üstüne çevirdik. Tapudan çıkarken dünür tarlayı bize caba vermiş diye laf atmaya başladı. Pazarlığı daha önce yapmamış, anlaşmamıştık. Ceketinin cebine bir deste beş liralık soktum. Adama haksızlık etmiş olmayalım diye. Evi inşa etme günü gelince İngiltere ve Amerika’daki kardeşler geri çekildiler. Haksız da değillerdi: “Biz damat satın almayız, küçük kızkardeşi bize yollayın”.
İnşaat payının tümü bana kaldı.
Tam o sırada Lütfi geldi.
“Olmaz!” tekrar ediyorum. “Parayı ödünç alacağım. Gel sana bir kâğıt yapayım. Yarın boğulup ölebilirim”.
Ay Demet polisi yakınındaki arsaların her biri üç yüz liraya satılıyordu. Lütfi bana vereceği para ile iki arsa alabilirdi.
“Allah korusun, da boğulacan!” dedi.
Başka bir şey söylemeyi kabul etmedi.
* *
63’ te Kristmas günlerinde fasariya çıkınca, Kıbrıslıtürkler Lefkoşa uçak alanından çekildiler. Sadece en yaşlı olanlar kaldı. Onlar korkmuyordu. Lütfi Mehmet de kaçtı. İlk günlerde her gün kendisine köylüsü Cemal efendi ile haber yollardım, geri dönsün. Olmadı. Daha sonra geri dönmemesinin daha iyi olacağını anladım. Delilik iyice başımıza vurmuştu.
Bizimle beraber genç bir çocuk da vardı. Denyalı Mustafa Ali. Babası imam mıydı, muhtar mı ne. Çocuğun ödü kopardı. Uçak alanından kımıldamazdı. Ofiste yatıyor, orda yer, orda içiyordu. Kaçıp köyüne gidecek olsaydı onu temizleyebilirlerdi. Korku içine sinmişti. Birbirimizi yeyip tükettiğimiz günlerdi. Bir benden bir senden, 58’de Grivas’la diğer yandaşları arasında olanlar gibi. Cinayet sepetleri koyardık. Enas su, enas mu: Bir bendense, bir de senden. Türk, Rum bir çoğumuzu yeyip tükettik. Mustafa İngilizlerin yanında çalışıyordu. Ben de öyle. Cumhuriyetin Hava Kontrol Dairelerinin yanında İngilizlerin de ayrı Hava Kontrol ofisleri vardı. Bir gün yan tarafımızda olanlardan biri, Yorgo, gidip Mustafa’nın babasından bir kağıt getirdi. İmzalı ve mühürlü. Mustafa ona güvendi. Babasının arkadaşı, diye! Motorlu bisikletine atladı. Mustafa önde, öteki bir “Ostin” araba ile arkasında. Bir bükümde arkasından çarptı. Mustafa hendeğe yuvarlandı.Kalkıp koşmaya başladı. Katil peşini bırakmadı, ancak başaramadı. Sadece yaraladı. Sonra yirmi iki milimetrelik tabancasını çekti. Üst üste üç el ateş açtı. Mermileri bitmiş, genç henüz ölmemişti. Kalkmıştı. Var gücü ile koşuyordu. Sendeledi, düştü. Katil genci bir kuyuya attı, üzerine de atmadığı taş kalmadı.
* *
64 İlkbaharı. Celal hâlâ bizimle çalışıyordu. Lütfi Mehmet’ten aldığım parayı iade etmek istiyordum. Ancak götürüp teslim edeceğinden emin değildim. Kendisine pek güvenmiyordum. Zamanlar zordu. Rumca bir mektup yazdım. Mektubu Celal ile yolladım. Bir makbuz göndermesini ve üç yere imza atmasını salık verdim. Öyle düşünmüştüm. Makbuzu aldım, parayı yolladım. Yine de kaygılanıyordum. Celal parayı verdi mi?
Gergin günler yaşıyorduk. Her iki taraftan “Kahramanlık” günleri idi. Akrepler gibi kuyruğumuzu ısırıyorduk, diyordu bir başıboş manastır papazı. Arada sırada davetsiz dairemize geliyor ve ayasmos yapıyordu. Anlaşılan, sanki, birşeylerin kokusunu mu almıştı? Katil bir keresinde kendisine her şeyi anlatmıştı. Arınması ve hafiflemesi için mi ne. Yoksa... hayır! Tam tersine, kahramanlık armağanı koparmak için. Dini adamın verdiği cevabı öğrendik nihayet. Fısıltı veya tahmin şeklindeki kuşkular böylece doğrulanmış oldu:
“İki kez katilsin! Oğlunun ölümü için hile yoluyla babasının onayını kopardın ve onu en iğrenç ve vahşi bir şekilde öldürdün. Cehennem ateşinde cayır cayır yanmaya mahkûmsun. Seni affedecek tanrı bulunmayacak”.
* *
Temmuz ayı ’64. “Konvoy” arasında Girne’ye gidiyordum. Hâlâ Lütfi’yi düşünüyor, kaygılanıyordum. Acaba parayı aldı mı? Gerçi, kesinlikle yasak olmasına rağmen sıradan çıktım ve kızkardeşinin evi önünde durdum. Gönyeli’de. Kendisi de dışarıya fırladı. Beni kucağına aldı, öpüyordu. Bırakmıyordu.
“Lütfi, parayı aldın mı?”
“Aldım, Kosti, aldım. Müsterih ol, para tam vaktinde geldi. Çok şükür, çünkü hepimiz beş parasız kaldık, işsiz...”
Beni bir defa daha öptü, arabaya “konvoya” doğru çekti.
“Hade yürü, buralarda durmak tehlikelidir!” dedi.

Not: Olaylar, şahıslar kurgudur.

Rumcadan Çeviren: İbrahim Aziz.

Δεν υπάρχουν σχόλια:

Δημοσίευση σχολίου